Japon App Store top listinden bulup indirdiğim bu oyunda resmen kendimi buldum diyebilirim.
Sürekli olarak video oyunu oynayan karakterimizin annesi bu durumdan sıkılarak oyunu bir yerlere saklar. Oyunun amacı annemize yakalanmadan video oyununu bulmak. Toplam 30 günden oluşan oyunun sonunda bizi küçük bir twist bekliyor ve bu twist beni duygulandırıp kendimi getirmeme yetti.
Kesinlikle herkes indirip oynamalı.
21 Aralık 2016 Çarşamba
14 Ekim 2016 Cuma
The Bunker
Film olarak da oyun olarak da beş para etmeyen bi şey The Bunker. Evet belki oyun oynamak için değil de "deneyim" için içinde bulunduğumuz oyunumsu şeyler olabiliyor ama The Bunker tek kelimeyle rezalet.
Hikaye hatrına oynayayım desen, görüp görebileceğin en klişe radyasyon hikayelerinden biri. Atmosferdir, müziktir desen, o da bir şeye benzemiyor. Ana karakter zaten görüp görebileceğiniz en itici suratlardan birine sahip. Plot twist yapmaya çalışmışlar onu da ellerine yüzlerine bulaştırmışlar, aynı flashbackler dönüp dönüp duruyor. Zaten flashbackleri de gözümüze sokup duruyor. Film olarak önüme koysalar, yavaşlıktan ölecek. Oyun olarak karşıma koysalar interaktivite oldukça sınırlı ve az. Oyunculuklar iyi vs. yazmış oynayanlar fakat herhalde ömürlerinde oyunculuk görmemişler, şayet oldukça kötü, özellikle ana karakterin çocukluğunu oynayan kişi.
Kesinlikle tavsiye etmiyorum, açın gameplayini izleyin, hiç bir şey fark etmez.
22 Temmuz 2016 Cuma
Oshiete! Galko-chan / おしえて!ギャル子ちゃん (2016)
Aynı isimli mangadan uyarlanan ve Please Tell Me! Galko-chan olarak çevrilen anime serisi, yaklaşık 8 dakikalık 12 bölümden oluşuyor. Animenin ilerleyişi, lise dönemindeki üç arkadaşı temeline oturtarak, ergenlik döneminde yöneltilen soruları eğlenceli bir şekilde cevaplandırmak.
Animenin temel çatısı Japon alt kültürünün zıt kolları olan gyaru (tiki kız gibi algılayabiliriz) ve otaku (geek olarak düşünebiliriz) iki karakterin arkadaşlığının etrafında şekillenmesi. Galko gyaru karakterimiz ve onun en yakın arkadaşı Otako ise otaku karakterimiz. Bu iki karakterin yanında bir de zengin ve bir o kadar da şapşik olan Ojou'yu görüyoruz. Gyaru ve otaku kültürünün çatışması animedeki komedi öğelerinin beslenme noktası. Kadın bedeni, seksüelliği üzerinden yaratılan mitler ve dedikodular üzerinden sorulan bir soruyla başlayan bölümler, bu soruların etrafında dönerek kısa ama eğlenceli hikayeler anlatıyor.
Josei ve shojo arası bir tandansa sahip olan anime üzerinden ortaya atılan bazı görüşler ise Otaku kültürünün mitleştirdiği bazı feminen noktaları bozmak. Gyaru karakterinin kendini represente edişi ve otaku karakterinin ortaya attığı mitlerin gyaru karakteri üzerinden bozguna uğraması, aslında bir nevi anime dünyasındaki iki boyutlu gerçekdışı standartlardaki kadınsallığın yön değiştirmesi olarak algılanabilir.
Açılışına gelecek olursak, üç ana karakter tarafından seslendirilen açılış oldukça kötü bir şarkıya sahip, tam olarak şarkı da diyebileceğimden emin değilim. Ama garip bir şekilde kendini dinletiyor.
Etiketler:
anime,
gyaru,
high school,
japon,
josei,
otaku,
slice of life
19 Temmuz 2016 Salı
Penny Dreadful (2014-2016)
Victoria dönemi Londra'sında geçen ve 19.yy sonu 20. yy başı korku hikayelerine konu olan karakterlerin birbirine harmanlanmasıyla hikaye örgüsünü oluşturan Penny Dreadful, 3 sezonun ardından oldukça kötü bir final yaparak ekranlara veda etti.
İlk sezonunda ortaya bir karakter cümbüşü bırakıp izleyicileri dallanıp budaklanabilecek hikayeler silsilesinin içine sürüklemeyi başarmasının ardından, ikinci sezonuyla harika bir cadılık manifestosu ortaya atarak Vanessa Ives karakterini korku türü içinde adından söz ettirecek bir araştırma konusu haline getirdi. Fakat üçüncü sezonla yaptığı finalin ardından yıkmaya çalıştığı eril düzenin içine tekrar gömülmüş oldu. Peki neden? Şimdi bundan biraz bahsedelim.
Vanessa Ives, ilk sezonda, klasik bir possession (ele geçirilme) hikayesinin merkezinde yer alarak karşımıza çıkar. Bu kadın kötüdür, mealen davranışsal uyumsuzlukları yüzünden çevresi tarafından kötü olarak adlandırılmıştır. Ne de olsa en yakın arkadaşının nişanlısıyla yatmıştır. Bu kadında bir medyumluk da vardır, kötü ruhlarla iletişim içindedir. Burada devreye Bram Stroker'ın Dracula hikayesi girer. Vanessa'nın en yakın arkadaşı Mina, hani şu Vanessa'nın nişanlısını becerdiği, Dracula tarafından kaçırılmıştır. Zavallı Mina'nın kurtarılması gerekmektedir. Sir Malcolm (a.k.a. Mina'nın babası), nam-ı değer kurtadamımız Ethan ile birlikte Vanessa'nın da yardımıyla Mina'yı hain Dracula'nın elinden kurtarmaya çabalarlar. Bu süre zarfı içinde Vanessa'ya da bir haller olur, Dorian Gray'le tanışır, sevişmeleriyle kötülükler su yüzüne çıkar. Bir yandan da ezik doktorumuz Frankenstein canavarlarını üretmekle meşguldür. İlk sezon karakterleri tanımamızla ve Dracula ile çarpışmayla son bulur. Mina ölmüştür. Frankenstein John Clare ve Lily isimli iki canavar yaratır.
İkinci sezon Vanessa'nın orijinine dönerek başlar. Yani witchcraft (cadılık) olaylarına. İşte dizi burada ilginçleşmeye başlar. Vanessa aslında bir cadıdır, ve temele inecek olursak şeytanın hizmetkarı olma yolunda ilerlemektedir. Fakat iyi bir cadı Vanessa'yı yetiştirir, ona içindeki gücü iyilik adına kullanmayı öğretir. Şeytanın müritleri cadı klanı Vanessa'yı kötülük çemberlerine sokmaya çalışırlar fakat başarılı olamazlar. Romantik kurt adam prensimiz Ethan Vanessa'yı sahiplenir ve cadılara yem etmez.
İlk sezonla ikinci sezonu bağladığımızda Vanessa bu noktada adeta bir Medusa konumundadır. Korkulan ama aynı zamanda da çekiciliğine karşı konulamayan canavar femme castratrice. Aynı zamanda delidir de. Her cadının olduğu gibi histeriktir. Vanessa'nın bu baş kaldırıcı, kastratif özelliği üçüncü sezonda Lily'nin kadınların üstünlüğünü sağlama hareketiyle devam eder. Fakat Lily Dorian Gray gibi bir piç kurusuyla işbirliği içindedir? Bu kadar harika giden bir hikaye neden üçüncü sezonda Lily ve Vanessa'nın güçlerini birleştirmesine yön vermeyip Vanessa'nın "evet ben kötüyüm ve bu kötünün ölmesi gerek" gibi dramatik bir kurbanlaştırılmayla son bulur?
Evet Vanessa ötekidir. John Clare gibi itilip kakılan bir yaratığı hiç çekinmeden şefkatli kollarına alacak kadar da ötekiliğini benimsemiştir. Ethan? Evet Ethan da bir ötekidir ama Ethan ötekiliğini Vanessa gibi kabullenmektense bunu bir lanet olarak görmeye devam eder, evet belki bu laneti "iyilik" için kullanmaya hazırdır ama öldürdüğü onca "masum" insanın kanları vicdanına bir kara leke gibi yapışır. Nitekim Vanessa'yı da öldüren en nihayetinde Ethan olacaktır.
Zulawski'nin Possession filminde Anna "eğer kötü veya iyi varsa ben kötüyüm der", "kötüyüm" der ve bu kabullenişi bir direniş, bir "iyileşme" olarak kullanır. Vanessa'ya gelince. Vanessa kötülüğünü kabul eder. İlk başlarda "delilik" odasındaki iç çatışmalarında ona Dracula tezahürü olarak gelen bu kötü yanından korkar. Daha sonra bu tezahürle karşı karşıya gelir ve kendini "kötünün" kollarına bırakır. Hem de hemen. Koskaca bir cadı klanını gözünü kırpmadan, şeytana hizmet etmemek adına yok eden Vanessa, kendini hiç bir sorgu suale sokmadan "kötünün" kollarına bırakır. Neden? Ethan tarafından öldürülmek için mi? Komik olmayalım. Penny Dreadful yazarları, komik olmayalım.
Lily, Frankenstein tarafından yakalandığında ona şunları der, "beni neden topluma uygun hale getirmeye çalışıyorsun?" - Frankenstein Lily'ye bir serum enjekte ederek onun "hastalığını" düzeltmek ister. Ama Lily hasta mıdır ki? Bu gibi bir diyaloğun ardından Lily'nin geçmişine dair hikayeyi dinleriz. Sevgili Penny Dreadful yazarları, Lily'nin bu cümlelerinin ardından neden onu basit bir kurban anne konumuna sokup bırakmak istediniz? Lily neden "kötü" olmak için bir neden-sonuç bağlamına hapsedilmek zorunda? Bunu burada bırakalım. Vanessa'ya tekrar dönelim. Vanessa'nın "kötülük" orijininin ardında yatan nedenselleştirmeye dönelim. Vanessa şeytanın hizmetkarı konumunda öyle değil mi, ki Dracula bile ona hizmet etmeye hazır, onu himayesine geçirmeye değil. Peki bu gibi bir kadın neden dizinin sonunda ölüyor? Bu gibi bir kadın neden "kötülük" kavramının altı boşaltılarak şeytan ilan ediliyor ve öldürülüyor. Bu durumun Vanessa'nın "delilik" koğuşuna tekrar tıkılmasından ne farkı var?
Bilmiyorum belki biraz dağınık anlattım ama sanırım bahsetmek istediğim noktalardan bahsedebildim. Penny Dreadful Vanessa Ives gibi bir karakteri harcayabildiğine göre zaten devam etmemesi gereken bir diziymiş. Bize de Stella Gibson'ın geri dönüşünü beklemek kalıyor sanırım.
Etiketler:
dizi,
dracula,
eva green,
feminist,
horror,
hysteria,
kadın,
penny dreadful,
tv series,
witch
2 Mayıs 2016 Pazartesi
Naoyuki Tomomatsu ve Yoshihiro Nishimura
Yoshihiro Nishimura ile ilk tanışmam Tokyo Gore Police (2008) isimli çılgınlıkla başlamıştı. Zaten japon absürd korku sinemasının bir hayranı olarak, deli tarzına hayran kalmıştım. İzleyiciyi en sevdiğim Japon yönetmen Sion Sono'vari bir satirizmle karşı karşıya bırakan Tokyo Gore Police, bünyesinde batılı izleyiciler için sunulmuş bir gore istismarından çok daha fazlasını taşıyor. Polis devleti meselesine olan bakışı, "cutter" kültürüne olan parodik reklamları, body-mutilation'ın dibine kadar sömürülmesi pek çok alt katman barındırıyor. Buradan Hiroşima'daki atom bombasına, ikinci dünya savaşındaki Amerikan sömürgesine kadar gidebiliriz.
Daha sonradan hakkında biraz araştırma yapınca, Nishimura'nın aynı zamanda bir özel efekt makyajcısı olduğunu öğrendim, üstüne üstlük Sion Sono'nun başyapıtlarından olan Suicide Club'ın (2002) makyajlarını yapan kişi Nishimura'nın ta kendisi. Buna ek olarak yine absürd sci-fi hororlardan Meatball Machine'in (2005) ve The Machine Girl'ün (2008) makyajlarını da Nishimura üstlenmiş. Tokyo Gore Police'in ardından, Nishimura ile yolculuğuma bir korku antolojisi olan ABC's of Death (2012) için çektiği Z is for Zetsumetsu ile devam ettim. Tokyo Gore Police'ten esintiler taşıyan kısa filminin yine Hiroşima'ya kadar uzanan bir hikayesi var. Oryantalist bakışı aynı satirizmle eleştiren ve bunu yaparken de gore ve body mutilation istismarının dibine vuran Nishimura, Japon korku sinemasının dikkate değer isimlerinden biri olduğunu kanıtlamış görünüyor. Son olarak Nishimura'nın son izlediğim filmi ve beni Naoyuki Tomomatsu'ya yönlendiren, bir başyapıt olarak sayabileceğim Vampire Girl vs. Frankenstein Girl (2009).
Temelinde bir aşk hikayesi olan Vampire Girl vs. Frankenstein Girl tam bir WTF komedisi. Milyonlarda karakter karmaşası, bir sürü Japon popüler kültürü referansı ve parodisi sonucu ortaya çıkan bir Frankenstein kız ve onun karşısında sevdiği erkeği elde etmeye çalışan Vampir kızımız Monami. Film baştan sona absürdlük dolu, baştan sona garip CGI efektleriyle donatılmış. Bu delilikte Nishimura'nın etkisinin yanı sıra Tomomatsu'nun da parmağı olduğunu, Stacey: Attack of the Shoolgirl Zombies (2001) isimli ne olduğu belirsiz ruh hastalığını izledikten sonra anladım. Tomomatsu'nun ikinci filmi olan bu garip şey, Stacey ismi verilen, öldükten sonra zombi olarak dirilen okullu kızlar hakkında. Film gerçekten izlediğim en garip en absürd filmlerden biri ve emin olun çok fazla absürd şey izledim. Nishimura'nın Tokyo Gore Police'de kullandığı polis teşkilatı reklamları bu filmde de mevcut ve bir başka komedi unsuru ise Bruce Campbell's Right Hand isimli fashionable motorlu testere reklamı. İsminden de anlaşıldığı üzere referans noktamız tabi ki Evil Dead ve Army of Darkness sersisinden Bruce Campbell'ın canlandırdığı Ash karakteri.
Etiketler:
body mutilation,
comedy,
gore,
horror,
japanese cinema,
japon,
machine girl,
meatball machine,
nishimura,
sion sono,
stacey,
suicide club,
tokyo gore police,
tomomatsu,
vampire girl vs. frankenstein girl,
zombie
22 Nisan 2016 Cuma
Assassin's Creed Unity
Unity, Assassin's Creed serileri arasındaki en kötü oyun diyebilirim. Grafikler ve harita açısından ihtilal dönemi Paris'inde oynamak ve yan karakterler arasında Marquis de Sade'ı görmek çekici olsa da, ana karakterimiz Arno Dorian ve oyun içindeki tüm görevler Paris atmosferinin bütün çekiciliklerini öldürüyor. Çoklu oyuncu gibi yenilikler hiç bir katkı sağlamadığı gibi, görevlerin tekrara düşmesi bu özelliği zaten yiyip bitiriyor.
Oyunun en kötü yanlarından biri de, karakter özelliklerinin diğer oyunlarda default olarak gelmesine rağmen, bu oyunda upgrade ederek kullanılabilir olması. Ve yine diğer oyunlara kıyasla, oynanabilirliği çok çok kötü. Paris haritasının güzelliği dışında, oyunda sevdiğim bir diğer nokta, Arno'nun modifiye edilebilir özellikleri: kıyafeti ve silahları gibi. Yan görevler, dediğim gibi, tekrara düşüyor ve yeterince ilgi çekici değil. En ilgi çekici yan görevlerin Murder Investigation görevleri olduğunu söyleyebilirim. Cinayet işlenmiş bölgeyi Eagle Vision ile tarayıp, ipuçları toplayıp, şüphelilerle konuşarak katilin kim olduğunu bulmaya çalışıyoruz. Co-op (yani online oynanabilen çoklu oyuncu görevleri) görevlerinin de anlattığı hikayeler, Fransa'nın ihtilal tarihinde yaşanan ilginç karakterler ve hikayeler olsa da, görev başladığında ana görevlerden ve Paris Stories diye adlandırılan yan görevlerden hiç bir farkı yok.
Black Flag'in ardından Unity tam bir hayalkırıklığı.
15 Nisan 2016 Cuma
Beyond: Two Souls
Beyond: Two Souls, Ellen Page, Willem Dafoe ve Eric Winter'ın, motion capture kullanılarak baş rollerinde oynadığı interaktif bir action-adventure oyunu. 2013'te ps3 için çıkan oyun, 2015 yılında yeniden düzenlenerek ps4 için piyasaya sürüldü. Oyun, Jodie (Ellen Page) isimli karakterin Aiden isimli görünmeyen varlığıyla sürdürdüğü hayatı konu ediniyor. Oyunu kronolojik ya da karışık sırayla oynama seçenekleri var. Jodie'nin yolculuğu evlat edinildiği aileden başlayıp, paranormal aktivilteler labaratuarından geçip, CIA'e kadar uzanıyor.
Beyond: Two Souls, oyundansa bir filme daha çok benziyor. Bunda başrollerinde Ellen Page ve Willem Dafoe'nun oynaması ve oynanabilir sahnelerdense, bir oyunculuk performansının sergilendiği sahnelerin daha fazla olmasının büyük etkisi var. Ellen Page'in kendisini ve agresif ergen tavırlarını hiç sevmesem de, ve her oynadığı karakterin aynı olduğunu (agresif ergen karakterler) düşünsem de (Jodie dahil), bunun bir film değil de bir oyun olma fikri Ellen Page'i göz ardı edip, karakterle başka bir açından bütünleşmemi sağladığı için ve buna ek olarak interaktif oyunları extra fazla sevdiğim için, Beyond: Two Souls, bende yarattığı bu tarz negatifliklere rağmen, oldukça keyifle oynadığım bir oyun oldu.
Jodie ve Aiden olarak, çift oyun koluyla oynanabilirliğe sahip. Zor bir oyun değil, bitirmesi oldukça kolay, çünkü tek yapmanız gereken şey, objelerle etkileşime geçmek. Bu etkileşimler sırasında, her interaktif action-adventure oyununda olduğu gibi quick action event'ler mevcut, bu da demek oluyor ki belli tuşlara verilen belli zamanda basmak gerekiyor. Oyunda yapılabilecek tek zor şey bütün trophy'leri toplamak diyebilirim. Kendime böyle bir amaç belirlesem de All Endings trophy'sini açmak için oyunu (en azından Black Sun bölümünü) bin kere oynamak gerekiyor, bu yüzden belli bir süre sonra aynı şeyleri dinleyip yapmaktan beynim uyuştuğu için bu sevdama bir son verdim. Onun dışındaki trophy'leri toplamak zor sayılmaz, bazıları oyunun akışına göre açılsa da, bazılarını almak için daha önceden vermiş olduğunuz kararların tam tersini vermek gerekebiliyor. Oyun, belki on kere oynamak için değil ama en azından oyunu iki kere oynayıp Beyond ve Life sonlarının ikisini de tecrübelemek güzel olabilir.
Oyunda gizli yapman gereken görevlerdeki kolay oynanabilirliğe ve senaryonun, haritanın dışına çıkamama zorunluluğuna karşı negatif eleştiriler alsa da bence kimse laf etmesin, sonuçta bu oyunu bir interaktif film olarak düşünmek gerek, o zaman gidin Metal Gear Solid oynayın hiç canınızı/canımızı sıkmayın. Oyundan keyif alabilmek için hikayeye odaklanmak daha hayırlı olacaktır, çünkü hareket kabiliyeti oldukça minimum seviyede. Beyond: Two Souls'un bu gibi durumlardan dolayı burun kıvrılacak bir oyun olmadığını düşünüyorum, sürekli bir yerlerden bir yerlere gidip, belli görevleri yapmaya odaklı oyunların aksine oldukça sürükleyici ve oyuncunun oyunda olma deneyimini güçlendiren bir oyun.
Bonus: Homeless Ellen Page'in şarkısı, filmin oynanabilirliği konusunda da ufak bir fikir verebilir
29 Mart 2016 Salı
Hated: GG Allin & the Murder Junkies (1993)
Punk rock performansçısı GG Allin ve solistliğini yaptığı Murder Junkies grubunu anlatan bir belgesel olan "Hated", temeline pislikleriyle ünlü bir herifi oturtmuş olsa da oldukça eğlenceli ve akıcı ilerliyor. GG kadar absürd olmayı beceremese de içinde GG kadar absürd bir çok kişiyi barındırıyor.
GG kendini yasaların önünde tanımlıyor, yapamayacağım hiç bir şey yok diyor, "kendi bokumu bile yiyorum." Evet, GG Allin sahnede sıçması ve kendi dışkısıyla haşır neşir olmasıyla ünlü (!) ve belki bir de extra küçük penisiyle (sahne performanslarını çoğunda çıplak olduğu için ister istemez gözümüzün önünde duruyor). Belgesel GG'nin kariyerindeki son yıllara odaklanıyor, belgesele kadar yaklaşık 10 senedir müzikle haşır neşir olan GG'yi artık eroin ve benzeri uyuşturuculardan tükenmişliğin sonuna yaklaşmış olarak görüyoruz ki nitekim kısa süre içinde de overdose'dan ölüyor. Müzik dünyasına ne kadar katkısı olmuştur bilemiyorum ama performans konusunda oldukça ilginç gösterilere katkıda bulunduğu bir gerçek.
Todd Phillips'in Hated ve Frat House gibi weirdo belgesellerden sonra nasıl olup da mainstream Amerikan komedilerine kaydığı da kafalarda soru işareti bırakıyor.
24 Mart 2016 Perşembe
Tomb Raider (2013)
Tomb Raider'ın yeni serisi bizi Lara Croft'un gençliğine götürüyor. Yeni karakter tasarımıyla karşımıza çıkan genç Lara Croft'u ilk seferlerinden birini tecrübelerken oynuyoruz. Eleştirmenler tarafından da tam not alan bu orijin hikayesi geçtiğimiz aylarda Rise of the Tomb Raider oyununun çıkmasıyla bir seri olma yolunda ilk adımlarını attı. Eski Lara Croft'tan sonra yenisine alışmak ilk başta biraz zaman alsa da oyunu oynadıkça ve hikayenin içine girdikçe, genç Lara'yı da benimsemekte gecikmedim.
Oyunun grafikleri mükemmel bir görsellik sunuyor, sadece karakter tasarımı ve hareketleri değil, aynı zamanda mekan tasarımı olarak da oldukça başarılı. Özellikle ışık detayları oyunda beni en çok etkileyen tasarımlardan biri oldu, yüksek bir tepeye çıkınca gün ışığının yansıması, karanlık bir mağarada meşaleyi yaktığında etrafın aydınlanış şekli vs. Kostüm detayları, koştukça, tırmakdıkça kostümün kirlenmesi, çamur, kan gibi efektlerin karakterin üzerinde belirmesi bir diğer tasarımsal artılardan. Hareket kabiliyetlerinden en çok ön plana çıkan ise açık ara tırmanma bölümleri. Lara Croft, Tomb Raider oyunlarında, bacaklarına takılı silahları kadar tırmanmalarıyla da ünlüdür ve bu seri şimdiye kadar oynadığım Tomb Raider oyunlarının içinde bu bölümleri en iyi - ve en heyecanlı - hale getirmiş oyun diyebilirim.
Oyunun hikayesini bitirdikten sonra da, benim gibi takıntılı gamerlar için olsa gerek, haritaya tekrar dönüp kalan objeleri toplayıp, gizli mezarları bulup, eksik hiç bir şey kalmamacasına oyunu tamamlayabiliyorsunuz. Oyun içinde çözmemiz gereken puzzle'lar diğer Tomb Raider oyunlarına göre nispeten kolay bu yüzden ilerleyişi pek zorlayıcı değil, ve buna ek olarak final boss kısmı da oldukça kolay ve çabuk bitiyor. Ama bunu da resetlenen hikayedeki Lara Croft'un acemiliğine veriyorum, serinin diğer oyunlarında zorluk çıtasının biraz daha yükseltilmesi dileğiyle.
11 Mart 2016 Cuma
Until Dawn
Until Dawn, son zamanlardan oynadığım - hatta uzun zamandır oynadığım - en iyi korku oyunu. İnteraktif bir şekilde ilerleyen hikaye sonlara doğru kalp krizinin eşiğine gelmeme neden oldu. Hele ki Sam karakteri olarak oynanılan son bölümde kaskatı kesildim diyebilirim. Oyunun hikayesi 10 arkadaşın - Hannah, Beth, Chris, Ashley, Matt, Michael, Jessica, Samantha, Emily ve Josh - bir dağ evinde geçirdikleri bir geceyle başlar. Michael'a aşık olan Hannah'ya şaka yapmak isteyen arkadaşların bu şakası ters teper ve Hannah utanç içinde evden koşarak kaçar. Hannah'nın ikizi olan Beth de peşinden gider ve eğlenmek adına yapılan bu şaka Hannah ve Beth'in ölümüyle sonuçlanır. Aradan bir sene geçer ve Josh - Hannah ve Beth'in kardeşi - grubu yeniden bir araya getirip, kötü olayların üzerine bir perde çekmek adına, herkesi yeniden dağ evine davet eder. Dağ evine gelen bu grup arasında garip olaylar yaşanmaya başlar, fakat olanlar sadece evdeki şeylerle sınırlı değildir...
Hikaye, grafikler, korku öğeleri, soundtrack, karakterler, oynanabilirlik, kısacası oyuna dair her şey harika. Bir korku oyunundan beklediğim her şeye sahip ve bunların başında tabiki beni ne kadar gerebildiği geliyor ve de gore seviyesi. Until Dawn bunu gereğinden fazla başarıyor. Tabiki bir takıntılı olarak yine ille de herkese oyunun sonuna kadar yaşatacağım mottosuyla hareket ettiğim için ve daha ilk dakikadan Ashley'yi yaptığım aptal seçimle (spoiler: o kadar korku filmi izlerim hala sesi takip etmemem gerektiğini öğrenemediysem yuh bana) öldürdüğüm için, oyuna yeniden başladım ve ikinci oynayışımda kimseyi öldürmeden sonuna kadar getirmeyi başardım. Sanırım gerim gerim gerilmemde bu çabamın da bir etkisi olabilir; çünkü şöyle ki oynanabilirlikte hızlı seçim tuşlarının olduğu ve oyun kolunu kıpırdatmamanız gereken yerler var, işte oralar her an kalp krizi geçirme tehlikeleri taşıyan kısımlar. Tabi bunun üzerine bir de karşınıza çıkan seçimler oluyor ki yanlış seçim karakterinizin ölümüne neden olabilir, şayet oyun "kelebek etkisi" meselesiyle ilerliyor. Yani yapılan her seçim bir sonraki seçimi ve oyunun gidişatını etkiliyor.
Tekrar tekrar oynanabilir mi emin değilim çünkü ikinci, üçüncü oynayış için ilk kısımları sıkıcı olabilir; ama oyunu bitirdikten sonra bölümlere ayrı ayrı giriş yapabilme imkanı sunuluyor. Böylece asıl heyecan kazanan 5 ya da 6. bölümden sonra tekrar oynamak eğlenceli olabilir. Belki bu sefer de herkesi öldürerek oyunun sonuna ulaşmayı denerim, ya hep ya hiç. Ayrıca favori karakterimin Samantha, en sevmediğim karakterin de tabi ki kaltak Emily olduğunu söylemeden geçemeyeceğim (ki oyunun terapi seansında geçen bölümlerinde buna benzer bir bölüm yok değil).
Etiketler:
horror,
korku,
oyun,
ps4,
survival horror,
until dawn,
video games
9 Mart 2016 Çarşamba
Indie Oyun Çılgınlığı
Playstation 4 aldığımdan beri oyuna para vermekten gına gelmiş olacak ki bu aralar kendimi çoğunlukla ücretsiz oynanabilen bağımsız oyunlara vermiş bulunuyorum. Bağımsız oyun nedir diyecek olursanız, video oyun şirketleri tarafından finansal olarak desteklenmeden, bireyler ya da küçük ekipler tarafından oluşturulan, dijital dağıtım üzerinden kendini pazarlayan güzel oluşumlar. Benim son dönem içinde oynadığım ve bu yazıda bahsedeceğim indie oyunlar, genel hatlarıyla interaktif, simülasyon ve korku türlerinde oyunlar. Oldukça kısa olmalarına rağmen bazıları fikir açısından bir hayli etkileyici.
Emily is Away
Emily is Away için 2000'lerin başında geçen, MSN kültürü üzerine kurulmuş, Windows XP stili bir interaktif hikaye anlatımı diyebiliriz. Oynanılan karakterin emerly35 nickli Emily ile 5 yıla yayılan internet konuşmaları üzerinden ilerleyen oyun, önümüze sunulan 3 konuşma seçeneği üzerinden ilerler. Oyunun en eğlenceli kısmı seçenekleri seçtikten sonra klavyede sahte bir yazma deneyimi yaşatması. Eksi noktası ise ne kadar farklı kombinasyonda seçim yaparsak yapalım, Emily tarafından ağzına sıçılan kişi olarak oyunu bitiriyoruz. Sanırım geek'lerin kaderi bu... Oyunun Steam yorumlarına baktığınızda ne demek istediğimi daha iyi anlayabilirsiniz.
Port of Call
Klişe sayılabilecek konusuna ve kısalığına rağmen, hafif ürkünç atmosferiyle oynaması kısmen eğlenceli bir oyun. Konu klişe sayılsa bile, diyalogları okumak ve konunun içinde bulunarak, seçimler yaparak bunu tecrübelemek keyifli sayılabilir. Aynı zamanda sonunda da yine bizi "hayati" bir seçimle yüz yüze getiren oyunlardan. Bir limanda uyanırız ve garip bir tekneye bineriz. Kaptan bizden yolcuların biletlerini kesmemizi ister. Klasik bir ölümden sonra hayat hikayesi.
The Static Speaks My Name
Kesinlikle bu listenin en iyi oyunlarından biri. Oyun demek doğru olur mu bilemiyorum çünkü oyunun yapımcısına göre bu bir "sanat projesi". Bir nevi intihar deneyimi simülasyonu. Hikaye gerçekten çok absürd, mekan oldukça rahatsız edici. Verilen görevleri yapmak dışında etrafa bakınmakta fayda var çünkü orada burada gizlenmiş garip notlar, fotoğraflar ve her yere dağılmış palmiye resimleri - ki onların üzerine de çeşitli notlar yazılı, hikayeyi rahatsız edici kılan detaylar. Oyunun sonunda karşımıza başka intihar senaryoları çıksa da, maalesef bu senaryolara sadece uzaktan bakmakla yetiniyoruz. Devamı getirilemediği için mi yoksa tek hikayeyi interaktif bırakmak için mi orasını bilemiyorum.
Depression Quest
Kendisine bir depresyon simülasyonu diyebiliriz (!) Ben oynarken sinir krizi geçirdim ama herhalde depresif bir insan oynarsa gerçek anlamda daha da depresyona girebilir. O kadar iç kıyıcı bir oyun. Müziğinden tut, karakterin uyuzluğuna kadar - sevgili depresifler no offense. Çoktan seçmeli, metin tabanlı bir oyun. Seçtiğiniz seçeneklere göre daha depresif bir moda girerseniz, iyi seçeneklerin üzeri otomatik olarak çiziliyor ve seçemiyorsanız. Ancak benim gibi adamı sürekli dışarı çıkmaya, insanlarla görüşmeye zorlarsanız, depresyonun derinliklerine girmeden olayı atlatabilirsiniz sanırım. Yoksa kızdan da ayrılıyorsunuz haberiniz olsun.
Serena
Tek mekanda geçen bir gizem çözme hikayesi olan Serena, "point&click" oyunlarından. Oyunun amacı etraftaki objelere tıklayarak, karaktere karısıyla ilgili anılarını hatırlatmaya yardımcı olmak. Oldukça basit ve kısa bir anlatıma sahip, bu yüzden dolayı olacak ki oyunu tek oturuşta bitirmek gerekiyor çünkü save etme özelliği yok. Türü korku olarak geçse de pek korku öğesine sahip değil, sadece bir iki korkunçlu tablo mevcut, bir de atmosfer yaratan saat tik takları. Başta klişe gibi gözükse de sona yerleştirilen küçük twist (ki o da klişe bir twist sayılabilir), hikayeyi aşırı tahmin edilebilirlikten kurtarmış.
To Burn in Memory
Kesinlikle çok sıkıcı. Oyun mu oynuyoruz kitap mı okuyoruz belli değil. Metnin içinde o kadar kayboldum ki ne oyunun amacını anlayabildim ne metnin kendisini. Okuduklarıma göre sanırım olmayan bir şehrin keşfedilmesi üzerinden yola çıkan bir oyunmuş, fakat hiç bir görsellik olmaması, hatta ses bile adam akıllı olmaması, ve metnin sürekli kendini tekrarlayarak aynı yere dönmesi, oyunu işin içinden çıkılmaz bir hale sokuyor - en azından benim için bu böyle.
Only If
Benim için "rage quitting"in vücut bulmuş halidir kendisi. Saçma sapan bir hikaye, bağırıp çağıran kaba saba bir adam. Hadi sonunda bir yere varsa içim yanmayacak, ama o da yok. Anthony isimli gencimiz "çılgın" bir parti ertesi parti evinin yatakodasında uyanır ve bu kaba saba adam tarafından mütemadiyen taciz edilir. Önümüze iki kapı çıkar, ama yaptığımız seçim hiç bir şeyi değiştirmez. Yine de iki oyunu da oynamak zorunda kaldım ben nedense. Oynanabilirlik yerlerde, sinir hastası olmamak elde değil. Grafikler, mekanlar güzel ve ilgi çekici olsa da, oyun kesinlikle oyuncuyu içine almıyor.
17 Ocak 2016 Pazar
Elfen Lied / エルフェンリート (2004)
İlk bölümün on dakikalık girişini izleyen herkesi kendine hayran bırakacak bir anime Elfen Lied. Diclonious adı verilen, ve vektör denilen görünmez kollar sayesinde insaüstü mutantvari güçler edinen, pembe saçlı boynuzlu kadınların hikayesinin anlatıldığı anime, çıplaklık konusunda fanservice'e kaysa da, hikaye anlatımı, gore seviyesi ve duygusallığı zorlayan sahneleriyle izlediğim en iyi animelerden biri diyebilirim.
Queen Bee sayılan Lucy isimli Diclonious'un çocukluktan günümüze uzanan hikayesine, Nana ve Mariko'nun hüzünlü hikayeleri de eklenince, bir yandan Lucy ve bölünmüş kişiliği Nyu arasında gidip gelirken bir yandan da hikaye geçmişten gelerek tamamlandıkça Mariko'nun ve Nana'nın dramına doğru sürükleniyoruz. Tabi bunun yanı sıra bir de Yuka, Mayu ve Kouta karakterimiz var ki şahsen Kouta'dan hiç haz ettiğimi söyleyemeyeceğim. Başına da ne geldiyse hüç üzülmedim, oh olmuş.
Anime'nin temelinde yatan nokta bir 'öteki'nin nasıl 'öteki' olduğu diyebiliriz. Ve Diclonious'ların 'kötü' olarak anılmasının arka planında aslında gerçek 'kötü'nün onları bu konuma koyanlar olduğu falan filan gibi tipik yaklaşımlar... Ardından gelen dramlar dramlar dramlar... O kadar dram var ki, her bölüm bir karakter için vah çekip ağlamaktan içim karardı. Ama tabi bir animede dram ve hüzün kim sevmez, hep aksiyon nereye kadar?
Artwork olarak karakter detayları çok çok iyi olmasa da, arka plandaki detaylar ve kamera açıları oldukça başarılı. Açılış tasarımı olarak da karakterler Klimt tablolarının içine yerleştirilmişler ki arkada çalan latince müzikle birlikte pek alışık olunmayan bir anime açılışı, serinin dramatik ve karanlık tonuna oldukça uygun. Bitiş müziğinin j-pop olması konusunda çok emin olduğumu söyleyemem, evet seride karanlık bir taraf olduğu kadar komik, kawaii bir ton da var ama yine de bu kadar dramatik bitip de ending credits'de lay lay lom bir müzik çalınca bir yabancılaşma yaratmıyor değil. Ayrıca Lucy neden bu kadar çirkin giyiniyor biri bana söylesin, hem bu kadar cool bir karakter yaratıyorsun, ama o fırfırlı elbiseler ve o elf şapkası ne yani...
Etiketler:
anime,
elfen lied,
fanservice,
gore,
horror,
opening,
seinen,
supernatural
15 Ocak 2016 Cuma
The Green Inferno (2013)
2013'ten beri beklediğim Eli Roth filmi Green Inferno sonunda dağıtıma girdi ve izleme olanağına erişebildik. Başta Cannibal Holocaust (1980) ve Cannibal Ferox (1981) olmak üzere, 70ler sonunda ve 80lerde patlak veren yamyam filmleri furyasından esinlenen ve satirle parodi arasında mekik dokuyan bir film olan Green Inferno'nun almış olduğu kötü eleştiriler bana bu insanların Eli Roth'a bir garezi olduğunu düşündürtüyor nedense.
Eli Roth, evet belki şimdiye kadar Hostel filmi yüzünden kötü şöhretli biri olsa da, Cabin Fever gibi harika bir zombi satirine imza atmış bir yönetmen olarak benim gönlümde taht kurmayı başarmıştır. Hostel'lere gelecek olursak, kendi içinde bir akışı olan fakat genre sineması adına bir başarı getiremeyen filmler olabilir fakat yine de Eli Roth'un filmlerine dokuduğu mizah anlayışı her zaman için kötü filmler bile olsa onları izlenebilir ve eğlenceli kılmayı başarıyor (Thanksgiving fragmanını hatırlayalım).
Green Inferno'ya gelecek olursak... Kesinlikle kötü bir film değil. Hatta belki biraz daha kendini ciddiye almış olsa çok iyi olabilecek bir film bile diyebilirim. Eli Roth'un yamyam filmleri külliyatını yalayıp yutmuş olduğu bir gerçek ve bir de içine satirik mizahı ekleyince ortaya oldukça eğlenceli bir sonuç çıkıyor. Kısa filmden bahsetmek gerekirsek, Peru'da Amazon Ormanları'nda gerçekleşecek olan bir yıkımı ve bir kabilenin yok olmasını engellemek üzere yolan çıkan aktivist (!) üniversite öğrencileri uçaklarının düşmesi sonucu yamyam bir kabilenin eline düşerler. Filmin satirik yanı yamyamlık kavramının yanı sıra aktivizm kavramından geliyor. Stereotipik olduğuna dair eleştiriler almış olsa da filmin zaten 70ler - 80ler istismar sinemasından esinlenmiş olduğunu göz önünde bulundurursak bu stereotipik hali lehine çevirdiğini söyleyebilirim. Ayrıca bir yamyam filminde "vegan" esprisi de her zaman duymak istediğim bir espiriydi.
Kanımca Eli Roth bakışı göz ardı edilen bir yönetmen ve dalga geçer gibi film yaptığı için eleştiriler alsa da günümüzde istismar sinemasının hakkını veren ve o kültürü başarılı bir şekilde yansıtan biri. Bu nedenden ötürü Green Inferno "bu kadar bekleyişe değmedi" gibi söylemleri hak etmeyen, geçmişteki İtalyan yamyam filmlerine bir saygı duruşu niteliği taşıyan, dikkate alınmaya değer bir film.
Kanımca Eli Roth bakışı göz ardı edilen bir yönetmen ve dalga geçer gibi film yaptığı için eleştiriler alsa da günümüzde istismar sinemasının hakkını veren ve o kültürü başarılı bir şekilde yansıtan biri. Bu nedenden ötürü Green Inferno "bu kadar bekleyişe değmedi" gibi söylemleri hak etmeyen, geçmişteki İtalyan yamyam filmlerine bir saygı duruşu niteliği taşıyan, dikkate alınmaya değer bir film.
Etiketler:
70s,
80s,
cannibal,
eli roth,
exploitation,
film,
green inferno,
horror
14 Ocak 2016 Perşembe
American Horror Story: Hotel (2015-2016)
American Horror Story'nin beşinci sezonu olan Hotel, Hotel Cortez isimli otelde geçen bir vampir/hayalet hikayesi anlatıyor. Tema olarak birinci sezona benzese de karakter zenginliği ve gore doygunluğu açısından birinci sezonu geçiyor fakat kendi içindeki hikaye kopuklukları ve düzensizlik açısından sonlara doğru tökezlemeye başlıyor. Birinci sezon olan Murder House'la ve üçüncü sezon olan Coven'la bağlantılar da taşıyan Hotel, gidişhatının aksine, korkunç olmayan hatta bir o kadar da komik, ve kan seviyesi yerlerde bir finalle son buldu. Ryan Murphy'nin dediğine göre bu sezon "bağımlılık" konseptiyle ilgili olduğu için son bölümde de Hotel Cortez tüm karakterlerin içinde bulunduğu bir rehab olarak resmedilmiş (alıntı için link).
Hotel sezonunun en büyük sorununa bakacak olursak, hikaye anlatımındaki kopukluklar olduğunu görüyoruz. Karakterlerin şatafatlı görüntüsü ve sezon boyunca süregelen bir stil göz boyamasıyla, hikaye örgüsü çok güzel örtülmüş olsa da, bölümler ilerledikçe tam bir şeye tutunmuşken bir sonraki bölümde elimizden gittiğini ve ortaya yeni bir şey atıldığını görüyoruz. Countess'in hikayesini mi dinleyelim, Ten Commandment Killer ve ailesinin mi, Liz Taylor'ın mı, Sally'nin mi, Iris ve Donnovan'ın mı? Ortada bu kadar çok hikaye ve karakter varken, her biri ayrı ayrı işlenilmeye çalışıldığından, belki de yüzeysel bırakılmak istenilmediği için bu yapıldı bilemiyorum, ama, bu yöntem karakterlerin derinleşmesini engellemiş. Bir de bunlar yetmezmiş gibi Coven sezonundan karakterler dahil edilmiş. Sanırım Ryan Murphy, Hotel'in almış olduğu iyi yorumlardan dolayı bir derinlik sarhoşluğu yaşıyor olacak ki, çok iyi giden diziyi sonlara doğru karmaşanın içinde boğmuş.
Hotel'de sevdiğim noktalar ise, gerçekten her ne kadar hikayeanlatımı sorunları, ve referansa boğma çabası olsa da, başlarda temelinde olarak düşündüğüm vampir hikayesine tutunmuş ve bırakamamış olmam - tabi bunda Lady Gaga'nın varlığının da büyük bir etkisi var. Anlattığı vampir hikayesi, flashbacklerı (mesela Ramona Royale karakterini anlatırken istismar sineması zamanlarına dönüş) ve yan karakterleriyle oldukça başarılı ve yalnız başına yol alabilecek temellere sahip bir hikaye. Bunun içine Ten Commandment Killer hikayesi sokulmasa - zaten Dexter ve Seven çakması - vampir karısı ve çocuğuyla kalan bir baba figürü olarak işlenmiş olsa, çok daha güzel yerlere taşınabilirdi. Liz Taylor ve Countess'in ilişkisi, Countess ve aşığı Donnovan'a oradan da Donnovan'ın annesi Iris'e bağlanabilirdi. Tabiki dizinin en iyi karakterlerinden biri olan, Countess'in eski kocası, süper seri katil Mr. James March'ı unutmamak gerek. En keyif aldığım sahneler kendisine ait olabilir. Countess ve onu temele oturtursak Hotel bir başyapıt olabilirmiş.
American Horror Story Hotel'in "iyi" bir dizi olarak bitebilmesi için bu kadar dallanıp budaklanmaması gerekiyordu. Mesela o Devil's Night bölümleri ne saçma gereksiz ayrıntı. Vampir hikayesi mi anlatacaksın, hayalet mi, seri katil mi, bi karar ver sevgili Ryan Murphy. Scream Queens de bir fiyaskoydu zaten, hem slasher türünden dizi mi olurmuş, uzadı ve baydı işte.
(Ramona Royale'in vakti zamanında çekmiş olduğu istismar sineması örnekleri - saygıyla anıyoruz)
Ayrıca Jessica Lange tabiki senin yerini kimse dolduramaz bu kişi Gaga olsa bile..
8 Ocak 2016 Cuma
Amnesia: A Machine for Pigs
Amnesia her zaman için en sevdiğim korku oyunlarından biri olmuştur. A Machine for Pigs klasik Amnesia atmosferini, üzerine biraz da steampunk havası ekleyerek Bioshock'vari bir hisle sunuyor. Oyunun Kotaku'daki incelemesinde Kirk Hamilton Machine for Pigs'i tanımlamak için şu sözleri kullanıyor: Nope. Bu da demek oluyor ki her köşe başını dönünce karşınıza çıkma potansiyeli olan yaratıklardan, kapıların arkasından gelen garip seslerden, duvardaki sizi izliyormuş izlenimi veren garip bakışlı kadınların olduğu resimlerden ve sizi telefonla arayıp talimatlar veren kim olduğu belirsiz adamın sesinden yola çıkarak yapmak istediğiniz tek şey var o da hayır diyerek adım atmayı reddetmek.
Oyun 1899 ylında geçmekte, Mandus isimli İngiliz mühendisimiz kayıp ikiz oğullarının peşine düşer. Oğullarının izini sürdükçe kendini bir gizemin içinde bulur ve yaşadığı evin alt katmanlarına doğru yol aldıkça bu gizem yavaş yavaş aydınlanmaya başlar. Oyunun gizemini anlayabilmek için de, her korku oyununda karşımıza çıkar notlar, ses kayıtları ve not defteri girdilerini okumak gerekiyor.
Atmosfer ve buna destek olacak soundtrack kesinlikle harika. Oyunun eksik olan kısımları ise korku öğelerinin yetersiz kalmış olması, atmosfer ve soundtrack desteği olmasa diğer Amnesia oyunlarına kıyasla hem istenilen korku seviyesine ulaşamıyor hem de ilerlemesi çok da zor sayılmaz. Aksiyon seviyesi yok denecek kadar az, yaratıklardan kaçmak oldukça kolay ve zaten çok az yerde karşınıza çıkıyorlar. Machine for Pigs daha çok puzzle çözme temalı bir oyun diyebilirim bu da bir korku oyunundan beklenenleri karşılamaya yetmiyor - ki bu puzzlelar düz mantık ilerleyen, extra çaba gerektirmeyen puzzlelar (bir Silent Hill değil hani).
6 Ocak 2016 Çarşamba
Nekomonogatari: Kuro / 猫物語(黒)
Nekomonogatari, Monogatari serisinin üçüncü serisi ve ilk bölüm olan Bakemonogatari'nin sonunda ortaya çıkan Tsubasa Cat karakterinin hikayesini detaylı bir şekilde anlatıyor. Tsubasa Hanekawa'nın yolda ölü bir kedi bulup kediyi gömmesi üzerine, aynı kedi tarafından ele geçirilmesi sonucu, içinden alter egosu olarak bir kedi doğar.
Bakemonogatari'nin en gore sahnelerine bakarsak Tsubasa Cat bölümlerine ait olduğunu görüyoruz, Nekomonogatari de bu nedenle bu üç seri arasında (Bakemonogatari ve Nisemonogatari) en gore olanı. Her ne kadar ecchivari yaklaşımlar ve gore öğeler Neko karakterini bir fanservice materyaline dönüştürse de, bu rahatsız edici boyutlarda değil.
Sahne ve arkaplan tasarımları her zamanki gibi çok çok iyi ve özellikle son bölümün kurgusundaki bazı detayların bana Neon Genesis Evangelion'u hatırlattığını söyleyebilirim. Diğer serilere göre daha kısa olan Nekomonogatari dört bölümden oluşuyor fakat bu kısalığının yanı sıra diğer serilerden daha çok diyalog barındırıyor. Üç serinin içinden en güzel açılış şarkısı da yine bu seriye ait - Bakemonogatari'de de Tsubasa Cat bölümlerine aitti, bu kedide bir şeyler var.
5 Ocak 2016 Salı
Shokugeki no Souma - Food Wars! / 食戟のソーマ
Shokugeki no Souma, Yukihira Souma isimli baş karakterin Tootsuki Yemek Okulu'nda geçen maceralarını anlatıyor. Babasıyla birlikte çalıştığı küçük restaurantı daha iyi işletebilmek için babasının önerisiyle Tootsuki'ye giden Souma burada Erina isimli, okulun elit on listesinde bulunan, süper gurmenin (kendisine god's tongue deniliyor, siz düşünün, o dili yemezler de naparlar) değerlendirmesinden geçerek (burada aralarındaki love-hate ilişkisinin de etkisi yok değil) kendini okula transfer edilmiş buluyor. Tabi bu okul animeye de ismini veren Shokugeki yani yemek savaşlarıyla ünlü. Öğrencilerden yüzde onunun mezun olabildiği bu okulda Souma vurdumduymazlığıyla, Megumi kawaii'liğiyle, Erina taşlığıyla, Satoshi nüdistliğiyle benim için ön plana çıkan karakterler.
Anime tamamen yemek üzerinden ilerliyor ve her ne kadar food porn oldukça sevsem de karakterlerin sadece yaptıkları yemek üzerinden değerlendirilmesi hem stereotipik bir anlatıma kayıyor hem de hikayenin derinleşmesine engel oluyor, aynı zamanda tekrara düştüğünü de söyleyebilirim; bu da yer yer sıkıcılaştırıyor. Master Chef, The Taste, British Bake Off gibi yemek yarışmalarını izlemeyi sevenler için birebir bir anime, fakat animeseverler için pek tatmin edici olduğunu söyleyemeyeceğim. Ecchi (erotik) öğelerin olması o tekdüzeliğe bir hareket katmasına rağmen son üç dört bölümü kapsayan yemek savaşlarına gelene kadar araya oldukça fazla doldurma bölüm atılmış.
Başlarda eğlenceli gelse de 24. bölüme doğru yaklaştıkça (ki zaten sonu oldukça tahmin edilebilir) bitse de gitsek, ay şu yemeklerin içindekileri bu kadar anlatmasanız da hikayeye odaklansak, bu kadar fazla karaktere boğulmasak da bir iki karaktere derinlemesine baksak gibi sitemlerde bulunmaya başladım. Eğer bir food porn sever değilseniz, pek de ilgi çekici olduğunu düşünmüyorum, tabi bunun yanında bir de ecchi'nin vermiş olduğu ironiden de bir haber olmak gerek yoksa bu insanlar neden sürekli çıplak ya da memeler on metre önde geziyor diye düşünebilirsiniz.
İkinci sezonu da yoldaymış. O kadar laf ettik ama izlememek olmaz tabi. Yukihira Souma'nın Erina ile karşı karşıya geldiğini görmeden bu iş bitmez.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)