17 Ocak 2016 Pazar

Elfen Lied / エルフェンリート (2004)

İlk bölümün on dakikalık girişini izleyen herkesi kendine hayran bırakacak bir anime Elfen Lied. Diclonious adı verilen, ve vektör denilen görünmez kollar sayesinde insaüstü mutantvari güçler edinen, pembe saçlı boynuzlu kadınların hikayesinin anlatıldığı anime, çıplaklık konusunda fanservice'e kaysa da, hikaye anlatımı, gore seviyesi ve duygusallığı zorlayan sahneleriyle izlediğim en iyi animelerden biri diyebilirim. 


Queen Bee sayılan Lucy isimli Diclonious'un çocukluktan günümüze uzanan hikayesine, Nana ve Mariko'nun hüzünlü hikayeleri de eklenince, bir yandan Lucy ve bölünmüş kişiliği Nyu arasında gidip gelirken bir yandan da hikaye geçmişten gelerek tamamlandıkça Mariko'nun ve Nana'nın dramına doğru sürükleniyoruz. Tabi bunun yanı sıra bir de Yuka, Mayu ve Kouta karakterimiz var ki şahsen Kouta'dan hiç haz ettiğimi söyleyemeyeceğim. Başına da ne geldiyse hüç üzülmedim, oh olmuş.


Anime'nin temelinde yatan nokta bir 'öteki'nin nasıl 'öteki' olduğu diyebiliriz. Ve Diclonious'ların 'kötü' olarak anılmasının arka planında aslında gerçek 'kötü'nün onları bu konuma koyanlar olduğu falan filan gibi tipik yaklaşımlar... Ardından gelen dramlar dramlar dramlar... O kadar dram var ki, her bölüm bir karakter için vah çekip ağlamaktan içim karardı. Ama tabi bir animede dram ve hüzün kim sevmez, hep aksiyon nereye kadar?


Artwork olarak karakter detayları çok çok iyi olmasa da, arka plandaki detaylar ve kamera açıları oldukça başarılı. Açılış tasarımı olarak da karakterler Klimt tablolarının içine yerleştirilmişler ki arkada çalan latince müzikle birlikte pek alışık olunmayan bir anime açılışı, serinin dramatik ve karanlık tonuna oldukça uygun. Bitiş müziğinin j-pop olması konusunda çok emin olduğumu söyleyemem, evet seride karanlık bir taraf olduğu kadar komik, kawaii bir ton da var ama yine de bu kadar dramatik bitip de ending credits'de lay lay lom bir müzik çalınca bir yabancılaşma yaratmıyor değil. Ayrıca Lucy neden bu kadar çirkin giyiniyor biri bana söylesin, hem bu kadar cool bir karakter yaratıyorsun, ama o fırfırlı elbiseler ve o elf şapkası ne yani... 


15 Ocak 2016 Cuma

The Green Inferno (2013)

2013'ten beri beklediğim Eli Roth filmi Green Inferno sonunda dağıtıma girdi ve izleme olanağına erişebildik. Başta Cannibal Holocaust (1980) ve Cannibal Ferox (1981) olmak üzere, 70ler sonunda ve 80lerde patlak veren yamyam filmleri furyasından esinlenen ve satirle parodi arasında mekik dokuyan bir film olan Green Inferno'nun almış olduğu kötü eleştiriler bana bu insanların Eli Roth'a bir garezi olduğunu düşündürtüyor nedense.


Eli Roth, evet belki şimdiye kadar Hostel filmi yüzünden kötü şöhretli biri olsa da, Cabin Fever gibi harika bir zombi satirine imza atmış bir yönetmen olarak benim gönlümde taht kurmayı başarmıştır. Hostel'lere gelecek olursak, kendi içinde bir akışı olan fakat genre sineması adına bir başarı getiremeyen filmler olabilir fakat yine de Eli Roth'un filmlerine dokuduğu mizah anlayışı her zaman için kötü filmler bile olsa onları izlenebilir ve eğlenceli kılmayı başarıyor (Thanksgiving fragmanını hatırlayalım).


Green Inferno'ya gelecek olursak... Kesinlikle kötü bir film değil. Hatta belki biraz daha kendini ciddiye almış olsa çok iyi olabilecek bir film bile diyebilirim. Eli Roth'un yamyam filmleri külliyatını yalayıp yutmuş olduğu bir gerçek ve bir de içine satirik mizahı ekleyince ortaya oldukça eğlenceli bir sonuç çıkıyor. Kısa filmden bahsetmek gerekirsek, Peru'da Amazon Ormanları'nda gerçekleşecek olan bir yıkımı ve bir kabilenin yok olmasını engellemek üzere yolan çıkan aktivist (!) üniversite öğrencileri uçaklarının düşmesi sonucu yamyam bir kabilenin eline düşerler. Filmin satirik yanı yamyamlık kavramının yanı sıra aktivizm kavramından geliyor. Stereotipik olduğuna dair eleştiriler almış olsa da filmin zaten 70ler - 80ler istismar sinemasından esinlenmiş olduğunu göz önünde bulundurursak bu stereotipik hali lehine çevirdiğini söyleyebilirim. Ayrıca bir yamyam filminde "vegan" esprisi de her zaman duymak istediğim bir espiriydi.


Kanımca Eli Roth bakışı göz ardı edilen bir yönetmen ve dalga geçer gibi film yaptığı için eleştiriler alsa da günümüzde istismar sinemasının hakkını veren ve o kültürü başarılı bir şekilde yansıtan biri. Bu nedenden ötürü Green Inferno "bu kadar bekleyişe değmedi" gibi söylemleri hak etmeyen, geçmişteki İtalyan yamyam filmlerine bir saygı duruşu niteliği taşıyan, dikkate alınmaya değer bir film.


14 Ocak 2016 Perşembe

American Horror Story: Hotel (2015-2016)

American Horror Story'nin beşinci sezonu olan Hotel, Hotel Cortez isimli otelde geçen bir vampir/hayalet hikayesi anlatıyor. Tema olarak birinci sezona benzese de karakter zenginliği ve gore doygunluğu açısından birinci sezonu geçiyor fakat kendi içindeki hikaye kopuklukları ve düzensizlik açısından sonlara doğru tökezlemeye başlıyor. Birinci sezon olan Murder House'la ve üçüncü sezon olan Coven'la bağlantılar da taşıyan Hotel, gidişhatının aksine, korkunç olmayan hatta bir o kadar da komik, ve kan seviyesi yerlerde bir finalle son buldu. Ryan Murphy'nin dediğine göre bu sezon "bağımlılık" konseptiyle ilgili olduğu için son bölümde de Hotel Cortez tüm karakterlerin içinde bulunduğu bir rehab olarak resmedilmiş (alıntı için link). 


Hotel sezonunun en büyük sorununa bakacak olursak, hikaye anlatımındaki kopukluklar olduğunu görüyoruz. Karakterlerin şatafatlı görüntüsü ve sezon boyunca süregelen bir stil göz boyamasıyla, hikaye örgüsü çok güzel örtülmüş olsa da, bölümler ilerledikçe tam bir şeye tutunmuşken bir sonraki bölümde elimizden gittiğini ve ortaya yeni bir şey atıldığını görüyoruz. Countess'in hikayesini mi dinleyelim, Ten Commandment Killer ve ailesinin mi, Liz Taylor'ın mı, Sally'nin mi, Iris ve Donnovan'ın mı? Ortada bu kadar çok hikaye ve karakter varken, her biri ayrı ayrı işlenilmeye çalışıldığından, belki de yüzeysel bırakılmak istenilmediği için bu yapıldı bilemiyorum, ama, bu yöntem karakterlerin derinleşmesini engellemiş. Bir de bunlar yetmezmiş gibi Coven sezonundan karakterler dahil edilmiş. Sanırım Ryan Murphy, Hotel'in almış olduğu iyi yorumlardan dolayı bir derinlik sarhoşluğu yaşıyor olacak ki, çok iyi giden diziyi sonlara doğru karmaşanın içinde boğmuş. 


Hotel'de sevdiğim noktalar ise, gerçekten her ne kadar hikayeanlatımı sorunları, ve referansa boğma çabası olsa da, başlarda temelinde olarak düşündüğüm vampir hikayesine tutunmuş ve bırakamamış olmam - tabi bunda Lady Gaga'nın varlığının da büyük bir etkisi var. Anlattığı vampir hikayesi, flashbacklerı (mesela Ramona Royale karakterini anlatırken istismar sineması zamanlarına dönüş) ve yan karakterleriyle oldukça başarılı ve yalnız başına yol alabilecek temellere sahip bir hikaye. Bunun içine Ten Commandment Killer hikayesi sokulmasa - zaten Dexter ve Seven çakması - vampir karısı ve çocuğuyla kalan bir baba figürü olarak işlenmiş olsa, çok daha güzel yerlere taşınabilirdi. Liz Taylor ve Countess'in ilişkisi, Countess ve aşığı Donnovan'a oradan da Donnovan'ın annesi Iris'e bağlanabilirdi. Tabiki dizinin en iyi karakterlerinden biri olan, Countess'in eski kocası, süper seri katil Mr. James March'ı unutmamak gerek. En keyif aldığım sahneler kendisine ait olabilir. Countess ve onu temele oturtursak Hotel bir başyapıt olabilirmiş. 


American Horror Story Hotel'in "iyi" bir dizi olarak bitebilmesi için bu kadar dallanıp budaklanmaması gerekiyordu. Mesela o Devil's Night bölümleri ne saçma gereksiz ayrıntı. Vampir hikayesi mi anlatacaksın, hayalet mi, seri katil mi, bi karar ver sevgili Ryan Murphy. Scream Queens de bir fiyaskoydu zaten, hem slasher türünden dizi mi olurmuş, uzadı ve baydı işte. 

(Ramona Royale'in vakti zamanında çekmiş olduğu istismar sineması örnekleri - saygıyla anıyoruz)

Ayrıca Jessica Lange tabiki senin yerini kimse dolduramaz bu kişi Gaga olsa bile..


8 Ocak 2016 Cuma

Amnesia: A Machine for Pigs

Amnesia her zaman için en sevdiğim korku oyunlarından biri olmuştur. A Machine for Pigs klasik Amnesia atmosferini, üzerine biraz da steampunk havası ekleyerek Bioshock'vari bir hisle sunuyor. Oyunun Kotaku'daki incelemesinde Kirk Hamilton Machine for Pigs'i tanımlamak için şu sözleri kullanıyor: Nope. Bu da demek oluyor ki her köşe başını dönünce karşınıza çıkma potansiyeli olan yaratıklardan, kapıların arkasından gelen garip seslerden, duvardaki sizi izliyormuş izlenimi veren garip bakışlı kadınların olduğu resimlerden ve sizi telefonla arayıp talimatlar veren kim olduğu belirsiz adamın sesinden yola çıkarak yapmak istediğiniz tek şey var o da hayır diyerek adım atmayı reddetmek. 


Oyun 1899 ylında geçmekte, Mandus isimli İngiliz mühendisimiz kayıp ikiz oğullarının peşine düşer. Oğullarının izini sürdükçe kendini bir gizemin içinde bulur ve yaşadığı evin alt katmanlarına doğru yol aldıkça bu gizem yavaş yavaş aydınlanmaya başlar. Oyunun gizemini anlayabilmek için de, her korku oyununda karşımıza çıkar notlar, ses kayıtları ve not defteri girdilerini okumak gerekiyor. 


Atmosfer ve buna destek olacak soundtrack kesinlikle harika. Oyunun eksik olan kısımları ise korku öğelerinin yetersiz kalmış olması, atmosfer ve soundtrack desteği olmasa diğer Amnesia oyunlarına kıyasla hem istenilen korku seviyesine ulaşamıyor hem de ilerlemesi çok da zor sayılmaz. Aksiyon seviyesi yok denecek kadar az, yaratıklardan kaçmak oldukça kolay ve zaten çok az yerde karşınıza çıkıyorlar. Machine for Pigs daha çok puzzle çözme temalı bir oyun diyebilirim bu da bir korku oyunundan beklenenleri karşılamaya yetmiyor - ki bu puzzlelar düz mantık ilerleyen, extra çaba gerektirmeyen puzzlelar (bir Silent Hill değil hani). 


6 Ocak 2016 Çarşamba

Nekomonogatari: Kuro / 猫物語(黒)

Nekomonogatari, Monogatari serisinin üçüncü serisi ve ilk bölüm olan Bakemonogatari'nin sonunda ortaya çıkan Tsubasa Cat karakterinin hikayesini detaylı bir şekilde anlatıyor. Tsubasa Hanekawa'nın yolda ölü bir kedi bulup kediyi gömmesi üzerine, aynı kedi tarafından ele geçirilmesi sonucu, içinden alter egosu olarak bir kedi doğar. 


Bakemonogatari'nin en gore sahnelerine bakarsak Tsubasa Cat bölümlerine ait olduğunu görüyoruz, Nekomonogatari de bu nedenle bu üç seri arasında (Bakemonogatari ve Nisemonogatari) en gore olanı. Her ne kadar ecchivari yaklaşımlar ve gore öğeler Neko karakterini bir fanservice materyaline dönüştürse de, bu rahatsız edici boyutlarda değil.


Sahne ve arkaplan tasarımları her zamanki gibi çok çok iyi ve özellikle son bölümün kurgusundaki bazı detayların bana Neon Genesis Evangelion'u hatırlattığını söyleyebilirim. Diğer serilere göre daha kısa olan Nekomonogatari dört bölümden oluşuyor fakat bu kısalığının yanı sıra diğer serilerden daha çok diyalog barındırıyor. Üç serinin içinden en güzel açılış şarkısı da yine bu seriye ait - Bakemonogatari'de de Tsubasa Cat bölümlerine aitti, bu kedide bir şeyler var.



5 Ocak 2016 Salı

Shokugeki no Souma - Food Wars! / 食戟のソーマ

Shokugeki no Souma, Yukihira Souma isimli baş karakterin Tootsuki Yemek Okulu'nda geçen maceralarını anlatıyor. Babasıyla birlikte çalıştığı küçük restaurantı daha iyi işletebilmek için babasının önerisiyle Tootsuki'ye giden Souma burada Erina isimli, okulun elit on listesinde bulunan, süper gurmenin (kendisine god's tongue deniliyor, siz düşünün, o dili yemezler de naparlar) değerlendirmesinden geçerek (burada aralarındaki love-hate ilişkisinin de etkisi yok değil) kendini okula transfer edilmiş buluyor. Tabi bu okul animeye de ismini veren Shokugeki yani yemek savaşlarıyla ünlü. Öğrencilerden yüzde onunun mezun olabildiği bu okulda Souma vurdumduymazlığıyla, Megumi kawaii'liğiyle, Erina taşlığıyla, Satoshi nüdistliğiyle benim için ön plana çıkan karakterler. 


Anime tamamen yemek üzerinden ilerliyor ve her ne kadar food porn oldukça sevsem de karakterlerin sadece yaptıkları yemek üzerinden değerlendirilmesi hem stereotipik bir anlatıma kayıyor hem de hikayenin derinleşmesine engel oluyor, aynı zamanda tekrara düştüğünü de söyleyebilirim; bu da yer yer sıkıcılaştırıyor. Master Chef, The Taste, British Bake Off gibi yemek yarışmalarını izlemeyi sevenler için birebir bir anime, fakat animeseverler için pek tatmin edici olduğunu söyleyemeyeceğim. Ecchi (erotik) öğelerin olması o tekdüzeliğe bir hareket katmasına rağmen son üç dört bölümü kapsayan yemek savaşlarına gelene kadar araya oldukça fazla doldurma bölüm atılmış. 


Başlarda eğlenceli gelse de 24. bölüme doğru yaklaştıkça (ki zaten sonu oldukça tahmin edilebilir) bitse de gitsek, ay şu yemeklerin içindekileri bu kadar anlatmasanız da hikayeye odaklansak, bu kadar fazla karaktere boğulmasak da bir iki karaktere derinlemesine baksak gibi sitemlerde bulunmaya başladım. Eğer bir food porn sever değilseniz, pek de ilgi çekici olduğunu düşünmüyorum, tabi bunun yanında bir de ecchi'nin vermiş olduğu ironiden de bir haber olmak gerek yoksa bu insanlar neden sürekli çıplak ya da memeler on metre önde geziyor diye düşünebilirsiniz. 


İkinci sezonu da yoldaymış. O kadar laf ettik ama izlememek olmaz tabi. Yukihira Souma'nın Erina ile karşı karşıya geldiğini görmeden bu iş bitmez.